Çay tiryakisi bir vâkanüvis, uzun seneler müdâvimi olduğu Üsküdar’daki Çaynağme ile ilgili olarak hâtıra defterine şunları yazmıştı:

Çaynağme’nin, aşkın ve muhabbetin demlendiği bir mekân olarak pek çok yerli-yabancı muharrir, edebiyatçı ve mûsikîşinasın İstanbul’daki toplanma yeri olma husûsiyeti vardı. Deryâdil, kalem sahibi, fenn-i mûsikîde temâyüz etmiş mûsikîşinas ve nüktedan müdâvimler, bu dükkâna ait rûhun ve peyzajın âdeta mütemmim bir cüzü gibiydiler. Mûsikîmize ait terennüm ve nağmeler yanında yer yer klâsik batı müziğine ait ezgiler ile de örülü mekânda kâbil-i târif olmayan bir aşk neşvesi içinde çaylar içilir, şarkılar geçilir, şiirler, bercesteler, rubâîler ve geniş nefesli gazeller okunur, edîbâne sohbetler edilir, nükteler yapılır ve en çok da aşktan ve Sofia’dan bahsedilirdi. Bazen okunan bir şiirin bir mısrası üzerinde ince bir dikkatle saatlerce durulur, mısranın her tekrarında faklı mânâlar devşirilir, bu sırada “kâse-i fağfurdan bâde-i vuslat içilirdi.” Şifâhî kültürün ve toplumsal hâfızanın canlı tutulduğu, felsefe, edebiyat ve sanata dâir mevzûların konuşulduğu bu dükkân bir nevî bir mahzen-i esrar-ı mûsikî ve mecma-ı zürefâ idi. Buğusunda aşk, muhabbet, mûsikî ve şiir tüten dükkânda sohbetler dîvândan şiirlerle bezenir, orada oturanlar da bütün bir ömrün hâtırasını tâzelerdi.

Aşk ve muhabbetle te’lif edilmiş dükkânda, pek sık aralıklarla tertib edilen mûsikî, meşk ve fasıl meclislerinde sürekli farklı makamlardan çaylar içilir, çoğu zaman başta sevgili Sofia olmak üzere Leylâ, Aslı, Lisa, Mona Rosa’dan bahisler açılır ve onlar üzerine konuşulurdu. Aşk ateşinden sînelerin yandığı, âhû gözlere âhlarla sürmeler çekildiği ve semaverde âhenk eyleyen su sesinin, icrâ edilen eşsiz mûsikîye karıştığı demlerde, mutripler ve hânendeler âhengi yükseltir, böyle zamanlarda mekân büsbütün bir aşk ve muhabbet hüviyeti kazanırdı.

Dolmabahçe’de üflediği Ney sesinin karşıda Üsküdar’da duyulduğu Neyzen Azîz Dede ile Tanbûrî Cemîl Bey’in dükkânda beraber Rast Faslı’nı geçtiği bir gün Dede Efendi hem “Rast getirip fend ile hümâyı seyrediyor” hem de güftesi Gâlib Dede’ye ait olan ‘yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü’ ile başlayan güfteyi Mâhûr makamında besteliyordu. Tanbûrî Cemîl Bey, Şâir Nigâr Hanım’ın tüm Boğaziçi’ne ve hisarlara sinen “Feryâd”ını Şehnâz makamında yine bu dükkânda ‘demlemişti’ ve Üstad Bekir Sıtkı Sezgin’in bu şarkıyı her okuyuşunda dükkân lebâleb dolar, bu mest edici sesin etkisiyle herkes vecd ile kendinden geçerdi. Bekir hoca, Aleaddin Yavaşça ile Sûzidilârâ makamına geçtiğinde ise “ab ü tab ile bu şeb” dükkâna “cânân gelir”, “göklere ah’lar erişir” ve “çin-i geysusuna zencir-i teselsül derlerdi.” Çay demlenirken makamlarla icrâ-yı âhenk edilerek bülbülün nâle vü feryâdına dem tutulan Çaynağme’de Kâni Karaca içtiği Aşkefzâ çayıyla aşka gelip yerinden gazel okuduğunda zaman mefhumu unutulur ve mekân tasavvuru değişirdi. Sonradan, bu çayı tadarak hurrem ü handan olan Dertli, “kıldı bir katresi mestâne beni” diyecekti.

Râvıyân-ı ahbar ve nâkılân-ı âsar ve muhaddisân-ı ruzigâr şöyle rivâyet ederler ki, Çengelköylü Neyzen Rıdvan Efendi, güftesi Es’ad Erbili’ye ait “Tecellâ-yı cemâlinden Habibim nevbahâr âteş” kasidesini Hicâz makamında okudu muydu, “gül, bülbül, sümbül”, semaver ve dâhi her şey âteş olur, kasideyi dinleyenlerin “cân ü dil”i yanar ve “bunca âteş” içinde dükkândan Üsküdar iskelesine koşup kendini denize atanlar olurdu. “Âteş-i sûzân-ı firkât ile cism ü cânı yanan” bu müdâvimler Kız Kulesi’ne kadar yüzüp dükkâna geri döndüklerinde, ancak burada içtikleri Ferahfezâ buzlu çay ile kendilerine gelirlerdi.

Bir Ramazan Ayının iftar sonrasında Tanbûrî Cemîl Bey'in, Ferahfezâ Sâz Semâîsi'ni icrâ ettiği sıcak bir yaz akşamı idi. Mızrap, tanbûrun tellerinde gezindikçe Sofia hanım pür dikkat perdeleri dinliyor ve mûsikîmizin bu nâdîde eseri üzerine tefekkür ederek bir üst perdede "hayret makamı"na geçiyordu. Birazdan tanbûrun üstüne bülbüller konacak, komşu konaklarda oturup da dükkândan dışarı taşan bu mest edici nağmeleri duyanlar arasında kendinden geçip balkondan düşenler olacaktı ki fesubhanallah! Vâkanüvislerin târihe Tanbûr Vakâsı olarak düştükleri bu hâdise-i meşhûrede misâfirlerin ellerindeki çay aşka gelip birden âteş kesilerek fincanlardan taşmış ve bütün bir dükkân âteş denizine dönüşmüştü. Hemen oracıkta kaynamakta olan semaver ise cûş u hurûşa gelip semâ etmeye başlamıştı. Tellerden nağmeler koptukça fincanlardan taşan âteş Üsküdar sâhilinden denize karışmış ve dükkânla berâber bütün bir boğaziçi de âteş denizine dönüşmüştü. O güne kadar, “bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın” diye “küreklerin âheste çekildiği” bu deniz artık kıvılcımlar saçan dalgalarıyla Gâlib Dede’nin “Deryâ-yı Âteş”i idi. Ve yine Gâlib Dede’nin deyişiyle “Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûy-bâr-âteş” idi. Bu hengâm-ı âteş-i sûzanda can havliye, mumdan kayıklara binenler yanında sevgili Sofia gibi bu âteş denizinde yanmayı câna minnet bilenler de olmuştu. Zirâ, “bu gülşende yanar olmaz”dı.

Çaynağme’de kimi zaman bütün her şeye bir ‘es’ verilir, uzun bir sükût mûsikîsi olur ve gönül dostları “muhabbet râzını birbirine hâmuş” söylerdi. Bu sükût mûsikîsi içinde “kalpten kalbe gizli yollardan” geçilirdi. Dükkândaki emektar semaverde, demliklerde, bütün bardak ve fincanlarda, çay kutularında, üzerinde çay lekesi kalmış kitap ve kâğıtlarda, insan ömrünün farklı zamanlarına dair izler ve hâtıralar vardı. Bütün bu mûsikî ve semaverde kaynayan suyun sesi insanlarda derin bir tefekkür ve sonsuzluk duygusu uyandırırdı. Farklı makamlarda demlenen her bir çayda âdeta bir mûsikî notası cisimleşir ve bu çaylar, icrâ edilen mûsikî gibi ‘gönül telimizi’ titreterek rûhumuza nefahat bırakırdı. Bir gelenek olarak, dükkân yakınındaki Mihrimâh Sultan ve Gülnûş Emetullah Vâlide Sultan Câmilerinden vaktin makamına göre karşılıklı ezan okunduğunda ise hâzirun vecde gelirdi.

Dükkânda hiç kimsenin olmadığı vakitlerde bile, tüm mekâna sinmiş olan Münir Nûrettin’in sesi ve Tanbûrî Cemîl Bey’in tanbûrundan kopan nağmeler duyulurdu. Hasat mevsimlerinde çay bahçelerine gidip gönül dostları için çay toplayan dükkân sâhibesi Sofia hanım, dükkânda yalnız kaldığı zamanlarda kendini sükût mûsikîsine ve kitapların engin deryâsına kaptırıp gidiyor, Cinuçen Tanrıkorur’un Hicâz makamında bestelediği, dükkân müdavimlerinden Şükûfe Nihâl Hanım’a ait meşhûr güftenin dizelerine küçük bir ekleme yaparak, “Bir köhne kitap, bir sarı kandil, bir semaver neme yetmez” diye terennüm ediyordu.

“Zamanın akışını yumuşatmak” amacıyla yazdığını söyleyen Jorge Luis Borges, İstanbul’a geldiğinde, bu duyguyu en çok Çaynağme’de hissettiği için kitaplarının bazısını burada yazardı. Çok istediği halde bir ömür boyu semaver sahibi olamayan Ahmet Hâşim, bu sızısını ve hasretini bu dükkânda dindirir, “Mai bir akşam” vakti semaverin hemen yanı başında Çin kâsesinde çayını içtiğinde sükûn bulur ve “eşkâl-i hayâtı, havz-ı hayâlin sularında” seyrederdi. Marcel Proust’un, madlen kurabiyesi ile karışık çaydan aldığı ilk yudumla, Ahmet Hâşim’in deyimiyle “bir zevk-i tahattur” ile, o güne kadar fark etmediği bazı çocukluk hâtıralarına dalarak o anları ve duyguları yeniden yaşayıp “kayıp zamanın izini” sürdüğü gün, Milan Kundera, zamanı buradaki kum saatinde damıtıyordu. İyi bir romanı iyi demlenmiş bir çaya Henry James, semavere yakın bir köşede oturmuş elindeki çay dolu fincanda yansıyan yüzünü sükût ile seyredip sonsuz hülyalara dalıp giderken, Rilke, Mâhûr makamındaki güllü çayında hayâtının “saf çelişki”sini yaşıyordu. Bu hengâmda, dükkân mutfağında Proust’un halası Léonie hanım madlen kurabiyelerini, Heybeliadalı mûsikîşinâs Nihân hanım ise damak çatlatan nefâsetteki o meşhur kekini pişirmekle meşguldü. Edebiyat ve mûsikî câmiasınca pek beğenilmiş ve Proust’un da fincandaki çayına batırarak yediği bu kurabiyeler ve kek dükkân müdâvimlerinin de vazgeçilmezi olacak ve “Proust’un Madlen Kurabiyesi” ve “Nihân Hanım Keki” olarak bilinecekti.

Shiller ile zaman zaman bir araya gelip çay içen ünlü düşünür Wolfgang von Goethe, Almanya’da Weimarer Musenhof adındaki edebiyat salonunda dönemin entelektüelleri için verdiği çay dâvetlerinde görmediği kadar bir sıcak bir muhabbeti Çaynağme’de bulacak ve normalde çok şekerli içtiği çayına bu muhabbetten dolayı burada şeker atma ihtiyâcı hissetmeyecekti. Çay masası için “kalpten kalbe muhabbetin yeridir” diyen Goethe, hayranı olduğu Hâfız-ı Şirâzî’nin “kanayan rengi ile gül gibi açan” şiirlerini ilk olarak buradaki şiir matinelerinde büyük zevkle dinleyecek ve Hâfız’ın çok büyük bir şâir olduğunu söyleyecektir. Rivâyete göre “Batı-Doğu” dîvanının bir kısmını burada yazacak ve Mozart’ın, mehter marşından esinlenerek bestelediği Türk Marşını burada dinlediğinde ona olan sevgisi daha da artacaktı. Weimarer’e döndüğünde, Üsküdar’daki bu çay muhabbetini ve Nevakâr’dan dükkâna “dağılan Nevâ’nın esrârı”nı, o sıralar Wiemer Sarayı orgculuğu ve kemancılığı görevinde bulunan Bach’a anlattığında ise Bach kendinden geçecekti.

Çay konusundaki hassâsiyetiyle bilinen Refîk Hâlid ancak burada gönül rahatlığıyla çayını içer ve huzur taşan bu dükkânda saatlerce otururdu. Semaverin kaynadığı bu sıcak dükkân kadar huzur verici bir mekân düşünemeyen Refîk Hâlid, burada buğulara gömülüp fincanın lezzetine gömüldüğü vakit nâtıkasının açıldığını, neş’esinin taştığını, hoş sohbet, mültefit ve iyimser bir adam hâline geldiğini, yaşamaktan müthiş zevk aldığını söylerdi. Stephan Zweig Viyana’daki evinde yalnız kaldığı zamanlarda Rilke kendisini ziyârete gider ve beraberce İstanbul’a Çaynağme’ye muhabbete gelirlerdi. Zweig, başlamış olduğu Tolstoy biyografisini bu dükkânda tamamlarken, Rilke, Salome’ye bazı mektuplarını yine burada yazardı.

Rivâyete göre, İngiltere’de “beş çayı” geleneğini başlatan Bedford düşesi Anna (Bedford şehri dük’ünün eşi), Çaynağme’de günün her saatinde çay muhabbetinin yaşandığını duyduğunda çok şaşırır ve buradaki muhabbete katılma arzusuyla yanıp tutuşur. Bu çay muhabbetine vâsıl olmak üzere yolunu İstanbul’a düşürdüğünde, gecenin sabaha evrilen demine kadar süren muhabbet meclisine katılarak farklı makamlarda çay içerken, icrâ edilen mûsikîyi büyük bir hayranlıkla dinler, dükkân çalışanlarının ince bir sanatı icrâ-yı âhenk eylediğini ve çay mûsikîsine âit aletlerin, onların elinde mâhir bir sâzendenin elindeki bir mûsikî enstrümanı gibi işlediğini görür ve bundan çok etkilenir. Anna, yıllarca büyük bir bahtiyarlıkla ve şevkle anlatıp duracağı, Şehrazad’ın Binbir Gece Masalları’na taş çıkaracak, görmelere sezâ bu meclisin neden İngiltere’de de olmadığına çok hayıflanıp durdu.

Her dem Nedîmâne sözlerin edildiği ve âşıkâne şiirlerin okunduğu, gönül dostlarının, Sâmî’nin deyişiyle, “gel söyleşelim cümle geçen demleri cânâ” dedikleri Çaynağme’de, müdâvimler bir birlerinin çehrelerinden “varâk-ı mihr ü vefâyı” okurlardı. Çay harmanlarından alınan ilhamla şiirler ve sone’ler yazılır, gün yüzü görmemiş âşıkâne sözler ilk defa burada dile getirilir ve âşıklar sevgililerine buradan devşirdikleri sözcükleri fısıldardı.

“Nâr-ı firkat şûle-pâş oldukça” yanıp duran semaverden ve tanbûrdan taşan aşk ve muhabbet tûfanı altında, bütün bu mûsikî ve nağme şelâlesi ile kendimizden geçtiğimiz ve çerh-i felekten kâm aldığımız bu dükkânda, Aleko Bacanos, Acemaşîran makamında “Gel ey denizin kızı” dediği zaman, dükkân müdavimlerinden Deniz Kızı Eftelya, Kız Kulesi açıklarından yüzerek Üsküdar iskelesine çıkar ve dükkâna gelir, “nûş-i çay eder” ve “mestâne bakışlarla bizi mest ü harâb ederdi.” Yine Deniz Kızı Eftelya’nın dükkâna uğradığı bir akşam, Bâkî, “Müheyyâ oldu meclis sâkiyâ peymâneler dönsün / Bu bezm-i rûh-bahşın şevkine mestâneler dönsün” diyecek ve İzmirli misâfirlerden Râkım Elkutlu hoca bu beyiti hemen oracıkta Hüseynî makamında besteleyecekti. Bu sırada, Sâdullah Ağa ile Enderûnî Vâsıf Efendi, “dide-i ağyardan nihân olup” her dâim “iskelede âmâde” bekleyen kayıkla “mahfîce Göksu’ya revan olacak” ve hemen orada kendilerini bekleyen Lavtacı Hristakî Efendi ile “bir âlem-i ab eyleyeceklerdi.” Sonrasında, Münir Nurettin, eski Boğaziçi’nin mehtâplı gecelerindeki sandallardan taşan mûsikîden aldığı ilhamla Nihâvend makamında bestelediği ”Kandilli yüzerken uykularda” şarkısını okuduğunda Boğaziçi’nin bütün o haşmet ve ihtişâmını hissetmemek kâbil değildi. Yahya Kemâl, Münir Bey’den en çok Itrî’nin Nevakâr’ını dinlemekten haz duyar, bu eser için “bir terennüm ki hem geniş, hem şûh” derdi.

Nev’eser Kökdeş’in “Hicazkâr hayâllere daldığı” demlerde ve Münir Nûrettin’in Sultaniyegâh makamında “şarkı söylediği zaman”larda ise, “mevsimler değişir gibi içimiz kımıldar” ve “hayata doyulmazdı.” Yine Çaynağme’nin hemen yakınında yer alan Salacak Sâhilinde “Talat’ın devri”nde mehtâba çıkıldığında kamer “ondördünde seyredilir” ve çaylar “işrab edilir” idi. Dükkânda, kimi zaman da İstanbul’un ve gönlümüzün “İncesaz”ından yayılan nağmeler ta “Çamlıca’nın bahçelerinden” duyulurdu.

Tolstoy, “insan ne ile yaşar?” sorusuna cevap aradığı dönemde bu dükkâna uğramış ve burada insanların çay, mûsikî ve edebiyat ile yaşadığını görmüştü. Mes’ûd Cemîl’in, güftesi Nâzım Hikmet’e âit “martılar ah eder çırparlar kanat” isimli eseri Hicâz makamında besteleyip icrâ ettiği gün, Kafka, Üsküdar’da “âh eden martıları seyredip” bir yandan da Milena’dan aldığı mektupların bir kısmını, dükkân önünde Dostoyevski’nin yakmış olduğu odun semaverinde tutuşturmakla meşguldü. Dükkândaki çayların en büyük tiryakilerinden biri olan Dostoyevski, bir süreliğine batıyı gezip gördükten sonra tekrar İstanbul’a Çaynağme’ye dönecek ve batılılar için, “onlar bizim kadar iyi çay demleyemiyor ve bu onların, bizim düşüncemize ulaşamama sebebidir” diyecekti. Şair İbrahim Bey ise mûtadı olduğu üzere, kendisi için ayrılmış özel masasında içmiş olduğu her bir çay harmanının kendisinde hâsıl ettiği duygu ve düşünceleri şiire tahvil ediyor ve orada bulunup da İbrahim Bey’in yazmış olduğu onlarca çay şiirini dinleyenler bundan çok mütelezziz oluyorlardı.

Kadim İstanbul mûsikîsi yanında dünyanın farklı yörelerine âit diğer seçkin eserlerinin de işitildiği Çaynağme’de, bir bahar akşamı Hâfız Sâdeddin Kaynak ve Hâfız Kemal, Sûzidil makamındaki “ey gonca açıl zevkini sür fasl-ı bahârın” isimli eseri birlikte okuduklarında İstanbul’un bütün goncaları açılacak ve bu güzel nağmelerin te’siri ve cezbesiyle hemen oracıkta dükkân kolonlarından biriyle beraber sevgili Sofia da yere yığılacaktı. Her ikisi de yüzlerce eser vermiş ve aynı yaşta hayata gözlerini yummuş olan Şevkî Bey ve Franz Shubert de dükkânın sıkı müdâvimlerindendi. Schubert, meşhûr “bitmemiş senfoni”sini bestelerken, hemen yan masada oturan Rahmi Bey, Şevkî Bey’in vefâtının ardından güftesi Recâizâde Mahmud Ekrem Bey'e âit olan “Şevkî yok” redifli şiiri Beyâtî makamında besteleyecek ve “Gül hazîn, sünbül perîşan, bâğzarın Şevkî yok” diyecekti.

Hocası Vasilaki’den kemençe dersleri alan ve Andelîb ismindeki kemençesini paltosunun iç cebinde taşıyan Tanbûrî Cemîl Bey icrâ ettiği eserler ile bizleri aşka getirirdi. Cemîl Bey’in, Ferhafezâ Sâz Semâîsi’ni tanbûruyla çaldığı birgün, bilâ-istisnâ herkesin elindeki çay dolu bardak ve fincanlar yere düşecek, tam bu sırada Şâir Nedim, “dökülen mey kırılan şîşe-i rindan olsun” diyecekti. Enderûnî Hâfız Hüsnü Efendi’den mûsikî dersleri alan billûr sesli hânende Bestenigâr hanım kendisi gibi “gönüller yakan” Bestenigâr çayını içmek üzere, Sâdeddin Paşa’ya ait Çemberlitaş’taki konaktan buraya sık sık gelirdi. Pek çok müdâvim, Bestenigâr Hanım’ın okuyacağı eserleri dinlemek için sabahın çok erken vakitlerden itibaren dükkân kapısında beklerdi.

Uzun yıllar, “gamzedeyim, devâ bulamam” diyen ve “hicâbı, hâlini takrire mâni olan” Kemanî Tatyos Efendi ile “olmaz ilaç sine-i sad pareme” diye terennüm eden Hacı Ârif Beyler, aradıkları ‘devâyı’ bu dükkânda içtikleri Kürdilihicazkâr, Hicazkâr ve Segâh çaylarında bulacak, Oğuz Atay, ‘acılarını’ yine bu çaylar ile dindirecekti. Karşıda, Rumelihisarı’nda şâir Nigâr Hanım’a yakın bir konakta ikâmet eden Hâce-i dövvom Enis Efendi hergün “âfak mülevven” iken “nûr-ı mücessem” kayığı ile Üsküdar’daki Balaban İskelesi’ne gelerek Çaynağme’ye geçer, Hicâz makamındaki çayını içerken aruzla yazdığı şiirleri yine Hicâz makamında besteler ve yabancı dillerde yazılan şiirleri Türkçe’ye tercüme ederdi. Güftesi Bâkî’ye, bestesi Tanbûrî İzak Efendi’ye âit Şedarabân Nakış Yörük Semâî’yi ve Şedarabân Beste’yi, “Şen gönüller yatağı” olan “Boğaziçinden bir gurup mûsikîşinas” koro halinde Gönül Hanım şefliğinde okunduğunda ise, zaman büsbütün erguvânî bir renge boyanır, eski Boğaziçinin tüm güzelliği duyulur ve Gönül Hanım’ın değişiyle “gönlümüz sanki bu âlemde dâim olmak ister”di. Sultan Sofia, okunan bu iki nâdîde Şedarabân eserin, “bu âteş güfte rengîn besteler hûnîn terennümler”in sonunu getiremez, terennüm kısmında (ye le le le le le le le lel li vay) hemen oracıkta düşüverir ve ancak “çeşme-i hurşîd”den akan Şedarabân çayı ile kendine gelirdi.

Dükkânda, porselen demlikten yapılmış yuva içinde yaşayan ve Mâhûr makamındaki çayın içindeki gülistân için sürekli feryâd edip duran bülbül böyle zamanlarda ötmeyi unutur ve adeta lâl kesilirdi. Zaten “öyle sümbüllere bir böyle gülistân yaraşır” idi. Âşıkların gönül âteşiyle tutuşan semaverin ince mûsikîsinin, Neyzen Emin Dede’nin üflediği Ney’den taşan nağmelere karıştığı bir gün, Dilhayat Kalfa hanım bir kenarda oturmuş Evcârâ makamındaki çayını içiyor ve herkes gibi birazdan icrâ edilecek kendi bestesi olan Evcârâ Saz Semâîsi’ni bekliyordu. Genel olarak dükkânda hangi makamda fasıl tertip edilecekse, o makamda çay demlenir ve ikrâm edilirdi. Gönül makamında ve kum saatindeki dört zamanlı Sofya(n) usûlünde demlenen çayları içenler, ıtırıyla beraber çayın ve eşsiz mûsikînin rûhlarına akıp gittiğini hissederlerdi. Bir zaman sonra, yine Tanbûrî Cemîl Bey’in Gülizâr Taksim’ini icrâ ettiği bir demde, bu taksimin te’siriyle dükkân tavanında derin bir çatlak oluşacak, bu sırada Kemanî Sarkis Efendi ve İhsan Râife hanım, bir köşede oturup “kimseye şikâyet etmeden kendi hâllerine ağlayacaktı.” Çaynağme’de, Gönül Hanım’ın değişiyle “cümlemize bir elif mikdârı yer vardı hâsılı.” Dokuz yıllık Paris hayâtında, Mallerme ve Paul Verlaine’den ilhamla, “mûsikîsi olan şiir”deki “ritmi” ve “derûnî ahengi” Vachette’de ve Saint Michel bulvarındaki diğer kafelerde arayan Yahya Kemâl, oralarda bulamadığı bu unsurları, müdâvimlerinin estetik zevkler ve güzellikler damıttığı ve aynı zamanda “ehl-i aşkın neşvegâhı” olan bu âsûde dükkândaki çay muhabbetinde bularak “Üsküdar Vasfında Gazel”i yazacak ve şu enfes dizeyi dile getirecekti:

Her lâhzası bir zemzeme-i Sûzidilârâ
Her saâti bir fasl-ı Beyâtî Arabân'dır

Esasında bu beyit, Üsküdar ile birlikte aynı zamanda Üsküdar’ın mütemmim bir cüzü olan Çaynağme’yi tasvir etmek için söylenmiş gibidir.

Bütün bu sâz ü söz, fasıl ve mûsikî meclisleri sonrasında Sofia hanım, çay demlemekten murad olunan “neşe-i muhabbetin” hâsıl olduğunu hissederek bu durumdan pek mütehassis olur ve Taşlıcalı Yahyâ Efendi’yi hatırlayarak küçük bir kelime değişikliği ile ona ait şu beyiti terennüm ederdi:

Kâşki sevdiğimi sevse kamu halkı cihan
Sözümüz cümle hemân kıssa-i ‘çaydan’ olsa